Geçirdiği bu yorgun günün bitmesine son iki ders kalmıştı. Kolları ve beyni uyuşmuş bir şekilde, kızlar tuvaletine yönelen genç cadı, kendini aynada gördüğünde “Tüm gün böyle mi gezdim ben!?” diye kendine sitem etti. Aslında pek de kötü bir hali yoktu, saçı biraz dağılmıştı belki ama çok da önemli değildi. Desrosiers zaten kabarık, sarı saçlara sahipti ve saçlarının kabarmasıyla veya dağılmasıyla hiçbir sorunu yoktu. Yine de lavaboya yöneldi, suyu açtı ve saçlarını biraz ıslattı. Saçlarının elektriklenmesinden nefret ederdi. Cadı, saçlarının yeterince yatıştığını düşündüğünde biraz geriledi ve aynada kendine baktı. Uzun, ince bacakları dar paça kot pantolonu ile sarıp sarmalanmıştı. Üstündeyse bir omzu aşağıya düşmüş, kısa kollu ve bol bir tişört vardı. Halini beğenmiş olacak ki, kızlar tuvaletini terkedip Şifre Bilimi dersini işlemek üzere altıncı kata yöneldi.
Altıncı katın her zamanki kavga sesleriyle onu karşılamasını bekliyordu Desrosiers. Bu katı iki portrenin kavgası esir almıştı. Sürekli birbirlerine laf atar, çerçevelerine takacak bir kulp bulurlardı. Ancak cadının kulağına, hiç beklemediği hafif bir uğultu değdi. Şifre Bilimi dersliğinden gelen bu uğultu dışında başka hiçbir ses yoktu. Portreler yine küsüşmüş olmalıydı. Desrosiers, derslikten içeri girerek şöyle bir sınıfa baktı. Birkaç şamdan dışında sınıfı aydınlatacak bir ışık kaynağı olmayışı derslerin loş ışıkla işleneceği anlamına geliyordu. Pencerelerse kasvetli ve uzun bordo perdelerle kapatılmıştı, hafifçe aralık bırakılmış kısımdan bir miktar güneş ışığı sınıfa giriyordu sadece. Dersliğin kapısına bakan duvar ise boylu boyunca bir perdeyle örtülmüş, hemen yanına öğrencilerin meraklı bakışlarını çeken kilitli bir sandık iliştirilmişti. Desrosiers, bir sandalyeye oturur oturmaz Profesör Patrizia içeri girdi. Profesör, Desrosiers’nin takdir ettiği nadir öğretmenlerden biriydi. Ayrıca yüzünü kusursuz bulurdu. Profesör Patrizia, önce herkesin şifreyi çözdüğüne dair umudunu dile getirdi ve ne olacağına dair bilgi vermeye başladı, “Geçitten geçtiğinizde kendinizi yuvarlak bir odada bulacaksınız. Oda da sadece siz ve duvardaki boy aynası olacak. Boy aynası diyip geçmeyin. O bir kapıdır. Sizin diğer boyuta geçmeniz için o kapıyı açmanız şart. Unutmayın. Hiçbir şey sıradan değil. Aynadaki yansımanız sizinle konuşup sizi en ince noktanızdan vuracaktır. Söylediklerini duymazlıktan gelmelisiniz. Direnin. Sizi kışkırtmasına izin vermeyin. O sizi değil siz onu ikna edin. Kapıdan başka türlü geçemezsiniz.” Söyledikleri Desrosiers’yi biraz korkutsa da amacına odaklanmaya çalıştı. Profesörün dudakları hareket edince sandık açıldı ve şişelerin içinde iksirler öğrencilerin önüne doğru uçmaya başladı. Desrosiers, alması için havada bekleyen iksiri eline aldı. Cadının boğuk sesi, odağını tekrar amacına çevirdi. Profesör açıklamasına devam ediyordu, “Aynadan geçtiğinizde içerisinde tam 6 adet kapı bulunan bir koridora çıkacaksınız. Birinci odanın anahtarı boynunuzdaki ipin ucunda sallanmakta... Her odada diğerini açmak için bir anahtar gizli. Anahtarı ararken birçok tuzakla karşılaşacaksınız. Beş odadan birinde asanız gizli. Asanızı bulamadan son engeli geçemezsiniz. Ve altıncı odanın anahtarı hiçbir odada yoktur. Şifreyi çözenler nerde olduğunu iyi biliyorlar. Dikkatli olun. Ölmeyeceğinizi garanti edebilirim; fakat kim bilir belki kolunuzu ya da bacağınızı kaybedebilirsiniz. Şimdi elinizdeki şişenin içindeki iksirin tamamını için. Bu devam edemeyecek duruma geldiğinizde sizi geri getirecek.” Elleri hafifçe titreyerek şişenin tıpasını açtı ve kafasına dikti. İksir boğazından geçerken garip bir hissin içinde ürediğini hissetti. Herkesin sırayla görevi bitireceğini söyleyen profesörün dalga geçtiğini umuyordu, zira ilk sırada kendi vardı. Ürkmüş bir şekilde geçitten geçti ve karşısında tıpkı talimattaki gibi bir boy aynası gördü. Ayna, ilk başta hareketlerini aynen tekrar etse de, bir süre sonra bıraktı ve Desrosiers’nin içindeki tüm korkuları, zayıflıkları ve travmaları dile dökmeye başladı. “Anneni hatırlıyor musun? Hep acınası bir haldeydi. Hep ağlardı. Bileklerinde hep çizikler olurdu, tıpkı senin gibi Joss. Hatırlıyorsun, değil mi?” Desrosiers, annesine dair anılar gözlerinde canlanmaya başlayınca ağlamaya başladı. “Kes sesini! Sen gerçek değilsin!” Boy aynasındaki Sahte-Desrosiers, tiz bir kahkaha attı. “Gerçek olmadığımı nereden biliyorsun? Ben senin en derin korkuların ve zayıflıklarınım. Mesela annenin ölümü gibi. Kaç yaşındaydın intihar edişini izlediğinde, 4 mü yoksa 5 mi?” Gerçek Desrosiers, artık hıçkırarak ağlıyordu. Annesinin ölümü tabii ki hep aklındaydı. Sürekli depresif halde olmasının, yalnızken ve banyodayken ağlama sebebiydi. Bileklerini kesmesinin sebebiydi. “Önce bir tabure koydu yere, tam tavandaki çengelin altına. Sonra, çengele bir ip geçirdi, ucunu yuvarlak olacak biçimde bağladı ve tabureye çıktı. Kafasını ipe geçirdi, gözlerinde yaşlarla tabureyi –” “KES SESİNİ!” Desrosiers, Ayna’nın sözünü kesti, gözlerini ve kulaklarını onu algılamamak için kapattı. “Sakın konuşma!” diye seslendi ve koşarak aynadan geçti. Aynadan geçerken sanki ayna kırılmış gibi hissetti. Sesini duymuş gibiydi. Aldırmadı ve gözlerini sildi. “Aldırmamalıydım. En başında kulaklarımı tıkamalıydım,” diyerek kendini suçladı. Bunun zamanı burası değildi, o yüzden annesinin ölümünü düşünme işini başka zamana bıraktı. Şimdi bulunduğu odada altı tane kapı vardı, birinde asası gizliydi. “Hangi kapı? Asam, hangi kapının ardında?” Bu sorunun cevabını ararken boynunda bir soğukluk hissetti. Tişörtünü sıyırıp baktığında bir anahtar gördü. Anahtar, ilk kapıya ait olmalıydı. Hemen boynundan çıkardı ve ilk kapıyı açtı. İçeride karanlıktan başka hiçbir şey yoktu. Asası da elinde değildi, neyle karşılaşacağından habersizdi. Kapıyı ardına kadar açık bıraktı ve emekleyerek ikinci odanın anahtarını yerde aramaya çalıştı. Yok, yok, yoktu. Oldukça ilerlemişti artık ve açık kapıdan gelen ışığı göremez haldeydi. Derken dizine küçük bir şey çarptı. Eliyle dokunduğunda bunun ikinci anahtar olduğunu anladı. Hemen ters döndü ve emekleyerek aynı yollardan geçmeye çalıştı. Oldukça zorlanmıştı fakat ışığı görünce hemen dışarıya çıkıp kapıyı kapattı. Birinci odadan anahtarı almayı başarmıştı işte! Sıra ikinci kapıdaydı. Anahtarla kapıyı açınca içeride örümcekler gördü. Büyüklü küçüklü, aç, kıllı ve salyalı iğrenç örümcekler. Ve anahtar, odanın tam ortasında bir taşın üzerinde duruyordu. Oraya gitmek imkansız olacaktı, hele de asası yokken. Örümcekler, taze etin geldiğini gördüğünde hemen Desrosiers’ye yöneldi. “Bana bakın, sizi iğrenç şeyler!” diye seslendi onlara. Anlayacaklarını umuyordu, çünkü onların Aragog isimli koca örümceğin torunları olduğunu tahmin ediyordu. “Eğer bana dokunmaya kalkarsanız sizi ezip öldürürüm. İnanmıyor musunuz? Alın size!” Önünde duran orta boylu bir örümceğin üstüne zıpladı ve onu ezdi. Vıcık vıcık bir ses çıkmıştı örümcekten ve kanları ayakkabılarını bulamıştı. Asasız da örümcekleri öldürebildiğini anlayınca kendine güveni gelmiş, tehdidinin gerçek olduğunu anlayan örümcekler geri çekilmeye başlayınca sevinmişti. Kendinden emin bir şekilde anahtara yürüdü ve anahtarı aldı. Ancak asıl sorun ondan sonra başladı çünkü bir örümcek sırtına tırmanmıştı. Gerçekten büyük bir örümcekti ve onu sırtında istemiyordu genç cadı. Salyalarına ve onu saran sekiz bacağına aldırmamaya çalışarak silkelendi fakat örümcek tutunmuştu bir kere. “Anahtarı mı istiyorsunuz?” diye sordu soğukkanlılıkla ve anahtarı sallamaya başladı. Örümceklerin istediğine karar verince, yavaşça cebinden altın renkli bir para çıkardı, “Alın o zaman!” dedi ve anahtarı elinde saklarken aynı anda parayı odanın sonuna fırlattı. Sırtındaki örümcek de dahil olmak üzere hepsi etrafından ayrıldı, Desrosiers’de fırsat bu fırsat diyerek koşarak kapıdan dışarı çıktı ve örümcekler dışarı çıkmasın diye kilitledi. Halinden oldukça memnun bir şekilde yere çöktü ve üçüncü anahtara yeniden baktı. Yerde biraz dinlendikten sonra, üçüncü odanın kapısını da büyük uğraşlarla aldığı üçüncü anahtarla açtı. Üçüncü kapının ardı loş bir ışıkla aydınlanmış bir odaydı fakat renksizdi, cansızdı. İçeri girer girmez içini bir ürperti kapladı ve garip bir gıcırtı sesi duymaya başladı. Fakat bu ses ürpertici şekilde tanıdıktı, derinlerde onu çok etkilemiş bir sesti sanki. Odada ilerledikçe ses güçlendi ve sesin kaynağına dair önce bir görünüp bir giden ayaklar gördü. Olamaz, diye düşündü, çünkü bu annesiydi. Annesinin öldüğü gündü. Dört yaşına dair bir anıydı. “Anne?” diye seslendi cadı, ilerlemeye korkuyor fakat bir yandan da merak ediyordu. En sonunda, annesinin tamamı göründü. Tıpkı o günkü gibi görünüyordu; mor bir surat, artık bembeyaz olmuş bir vücut… Ancak birden, annesini tıpkı o günkü gibi görmesinde bir gariplik hissetti. Hiçbir şey farklı değildi o anıya dair, Desrosiers’nin hatırladığına göre. Sadece onun hatırladığı kadarının göründüğünü farkedince ne döndüğünü anladı. Bu sadece bir böcürttü ve asası olmadığına göre elinde olan tek silahı kullanacaktı; kahkahasını. Birden, katıla katıla gülmeye başladı. Annesinin o görüntüsüne düşen bir çocuğa güldüğü gibi güldü, zevkle, içinde hissede hissede. İlk kez yüzleşmişti anısıyla ve çok iyi hissettirmişti buna gülmek. İyileşmiş bile olabilirdi. Kahkahası, böcürtü yok etmek yerine biri meşe ağacından olma asa, diğeriyse altın renkli dördüncü anahtar olmak üzere ikiye bölündü. “Asam!” diye mutlulukla seslendi ve o tanıdık, güven verici hissin onu sarmasını tattı. Diğer elineyse soğuk anahtar temas ediyordu. İç geçirdi ve dışarı çıktı. Sırada dördüncü oda vardı. Daha fazla neyle karşılaşabilirim ki, diye geçirirken anahtarı deliğe soktu ve çevirdi. Dördüncü oda bembeyaz duvarlarla çevrelenmişti ve odanın ortasında… bir satır geçiyordu. Evet, evet, bir satır sallanıyordu odanın ortasına. Satırın ilerisinde yerdeyse sivri uçlu, zarar verici her şey vardı. Odayı boydan boya geçemezdi, kesinlikle bir uzvunu kaybederdi. Elindeki asasını kullanmaya çalıştı bu kez. İşe yaramayacağını bile bile, “Accio anahtar!” diye seslendi fakat tabii ki anahtar eline uçarak gelmedi. Buna hazırlıklı olunacağını biliyordu zaten. Çeşitli büyüler düşündü fakat hiçbiri işe yaramazdı. Zamanı yavaşlatma büyüsünü kullanmayı da düşündü fakat bıçaklar ve satır yavaşlasa ne olacaktı, sağ kurtulamazdı ki. Birden aklına, kuşlar geldi. Asasından çıkan kuşları anahtarı getirmekle görevlendirebilirdi. “Avis!” diye haykırdı ve asasının ucundan küçük, rengarenk kuşlar çıkmaya başladı. “Anahtarı getirin!” komutunu verdi kuşlarına. Kuşlar, anahtarın olduğu yere hiçbir zarar görmeden vardı, anahtarı tuttu ve yine hiçbir zarar görmeden geri getirdi. “Aferin size!” dedi anahtarı eline alırken. Kuşlar uçmaya devam etti, Desrosiers’da kapıyı kapadı. İşte çıkış anahtarını alacağı odaya gelmişti. Başarmıştı, beşinci odaya gelene kadar sağlıklı gelebilmişti. Fakat en zorunun bu oda olacağını tahmin ediyordu, çıkış o kadar kolay olamazdı. Altın anahtarı deliğe soktu, heyecanla ve yavaşça çevirdi ve kapı açıldı. Açılır açılmaz ona doğru hızla gelen dişler ve bir tıss sesi duydu. Hemen yana çekildi, kocaman bir yılanla karşı karşıya olduğu gerçeği gözlerini açtırmıştı. Nasıl baş edecekti bilmiyordu fakat o an yaptığı kaçma işi anahtarı almasına yarar sağlayacak gibi görünmüyordu. Arka cebinden asasını çıkardı ve büyü düşünmeye başladı, yılandan nasıl kurtulup son anahtarı alabilirdi ki? Şifreye göre anahtar yılanın… boğazında mıydı? Nasıl çıkaracaktı anahtarı yılanın boğazından, bir canlıyı öldürecek kadar cani değildi ki. Düşündü, düşündü. Ya boğazına kaçtıysa? Yılana döndü, asasını ona doğrulttu ve haykırdı, “Anapneo!” Boğazından fışkıran bir miktar tükürükle anahtar yukarıya fırladı ve Desrosiers tarafından havada kapıldı. Sıra kaçmaktaydı fakat anahtarı alınan yılan iyice sinirlenmişti. “Aresto Momentum!” büyüsüyle yılanı yavaşlattı. Artık kaçabilirdi. Koşarak kapıya ulaştı ve kapatarak kilitledi. Kendini yere atan cadı, beşinci odayı da geçmiş, çıkışa ulaşmıştı. Çok mutluydu. Bir süre yerde uzanarak nefes alışverişini düzenlemeye çalıştı. Çok korktuğunu şimdi anlıyordu, yılanla düellosu sırasında hiçbir şey hissetmemişti oysa. Duyguları tüm gerçekliğiyle hissediyordu şimdi, kalbinin sert atışlarla kaburgalarını nasıl zorladığını deneyimliyordu. Derin derin nefes aldı ve son bir kez anahtarı deliğe soktu, çevirdi ve açtı. İşte, kızlar yatakhanesindeydi. Ayakkabıları örümcek kanıyla bezenmiş, üstü başı yırtılmış ve terden ıslanmış, saçları sırtına yapışan örümceğin salyalarıyla yapış yapış olmuş bir halde kendini yatağa attı. Yorgunluktan ölerek, öylece sızıp kaldı.