Yağmur damlaların yüzümü yalayıp geçmesi, hafif hafif esen öğlen rüzgarı bu günü muhteşem hale getirmişti. Seviyordum doğa ile iç içe olmayı, bana huzur veren her şeyi sevdiğim gibi. İçimdeki tarif edilemez neşeyi yüze, hatta bine katlıyordu. Gülümsememi daha canlı hale getiriyordu. İşte, dünya üzerindeki her canlının ‘asla bitmesin’ dediği o hissi ben Hogwarts’ta geçirdiğim her an yaşıyordum.
Öğlen yemeğinin ardından gireceğim ilk ders uçuştu. Uçuş dersini seviyordum. Ama derse profesör olarak ablamın girmesi beni rahatsız ediyordu. Sınıftaki herkesin gözlerini üstümde hissetmek, diken üstünde oturmaktan farksızdı. Neden ablamın beni gözdesi olarak göreceğini düşünüyorlardı? Küçücük kafalarını aile bağlarıyla yoracaklarına derslerine odaklanmaları daha iyi olurdu. Benimde karşımda yarışabileceğim bir rakip çıkardı, fakat yıllardır beklediğim rakibi bir türlü elde edememiştim. Ne bahtsız bir cadıyım!
Islak çimlerin üstünden, bir yandan etrafa su sıçratmamaya çalışarak, ilerken yumuşak toprak zeminin kokusunu içeme çektim. Sınıfta geçireceğim her bir dakika beni yağmurdan alı koyacaktı ne de olsa. Sınıfa girerken ışığın loşluğu dikkatimi çeken ilk şey oldu. Belki bana böyle gelmişti, bilemiyorum, ama bu ışık yeterli değildi. İpeksi sarı saçlarımın uçlarından dökülen damlalara ve tamamı ile ıslanmış cübbeme aldırmadan yerime geçtim. Profesörle göz göze gelmek istemiyordum. Evet, profesör. Okul içinde ben onun öğrencisiydim, o da benim öğretmenimdi. Eğer birbirimize yakın davranırsak… Olacaklar beni çileden çıkartırdı büyük ihtimalle. Pencereye yakın bir masaya geçip gürültü bir biçimde çantamı masamın üstüne bıraktım. ‘Pat’ diye çıkan sesin ardından birkaç kişi bana bakmıştı. ‘Çantam hep ağırdır.’ diyerek onların meraklı bakışlarından uzaklara çevirdim kafamı. Siyah gömleği ve gömleği ile uyumlu siyah saçlarıyla bir peri gibi ışıldayan profesöre baktım uzun süre. Her zamanki Ellenweor’du aslında ama masada ciddi duruşu ona ayrı bir hava katmıştı. Ah, bir de o kırmızı yarasa arması. Bu da neyin nesiydi? Hiçbir anlam veremedim, gerçi üstünde düşünecek de değildim. Elimin tersiyle saçlarımı savurup profesörün yürüyüşünü ve tahtanın başına geçişini izledim. Eskiden idolüm olan genç kızdan genç kadına dönüşünü izledim aynı zamanda. Beynimin tozlu raflarındaki anıların canlanmasına izin verdim. Beraber Fransa sahillerinde yaptığımız kumdan kaleler, İngiltere sokaklarındaki yürüyüşler, yeni evimizin duvarlarını çınlatan gülüşmeler… Şimdi sırası olmayan bir sürü anı ve bu anıların içinde kaybolmuş bir ben. Hepsinin açıklaması buydu ve gerçekten sırası değildi. Bu yüzden kendimi toparlayıp kulağımı profesöre verdim. ‘…beni tanıdığından eminim ama yine de kendimi tanıtmakta bir sakınca görmüyorum. Yeni uçuş profesörünüz Kristen Ellenweor Frank. Bütün bir sene boyunca 1. ve 3. sınıfların derslerini birlikte işleyeceğiz. ’ Yüzümde çarpık bir gülümseme belirdi. Karşımda bir ayna yoktu ama nedense babam gibi güldüğümü hissediyordum. Hüzünlü ve bir o kadar sevinçli. Yuvarlak gözlerimle profesörü izlemeye devam ettim. Sanki o, görüş alanımdan çıkarsa aklım başka yere gidecekti. ‘Evet arkadaşlar bugünkü konumuz benim hiçte yabancısı olmadığım ve bizzat yakından şahit olduğum bir konu: Britanya Quidditch Ligi.’ Evet! Tahtadan yapılmış sandalyeye iyice gömüldüm.
Qudditch’e bayılıyordum, ama yetenekli olmadığım için takıma girememiştim. İçimde bir yangına sebep olmuştu, daha fazla hırslanmamı sağlamıştı ama yine bir hayal kırıklığı yaşamak istemediğin için şansımı ikinci defa denememiştim. İzlemesi de gayet eğlenceliydi, değil mi? Profesör bilgi verirken artık not alma vaktinin geldiğini anlamıştım, gerçi qudditch hakkında bir sürü şey biliyordum ve profesörün anlattığı herkesin yüzeysel de olsa bildiği şeylerdi. Fakat çantamdan bir parşömen, hokka ve tüy kalem çıkarmadan edemedim. Parşömenin samansı kokusu ciğerlerime dolana kadar iyice çektim, sıranın ucuna koyduğum hokkaya tüy kalemi batırdım ve cızırtılı cızırtılı not alma işine koyuldum. Birçok öğrenci tüy kalemin sesinden hoşlanmazdı ama ben nedense çok severdim. Bu ses, insanın motive ederdi, ama nedense bazıları bunu göremiyordu, tersine dikkatlerinin dağıldıklarını söylerlerdi. Şahsen ben, hiçbir zaman onlara inanmadım. Denedim ve gördüm, yok böyle bir şey! İçimde saçma sapan bir tüy kalem kavgası çıkmadan, kaşlarımı manasız bir biçimde çatmadan derse odaklanmalıydım. Hızlı hızlı yazarken birden başımı kaldırıp tahtaya baktım. Tahtadaki kocaman Britanya haritasını daha yeni fark etmiştim, afallamıştım. Bazen kendimi kaptırıp gidiyorum, etrafımda gelişen olayları sonradan fark ediyorum ama bu huyumu da seviyorum. Benim bir parçam, benim orijinalliğimi yansıtan bir ayna. Profesörün biçimli dudaklarından çıkan her kelimeyle değişen harita açıkçası beni büyülemişti. Sanırım bu büyülü haritayı bir köşeye not almalıydım, ilerde bir profesör olursam diye. ‘Evet, arkadaşlar bugünlük bu kadar ders yeter. Umarım dersimde iyi vakit geçirmişinizdir. Eşyalarınızı toplayabilirsiniz. Bir sonraki ders görüşmek üzere! ‘ Eşyalarımı hızlı bir biçimde toplarken herkesin çil yavrusu gibi dağıldığını ve arkadaşlarıyla konuştuklarını gördüm. ‘Bu ders harikaydı.’ ‘Profesör çok güzel, gözlerimi alamadım.’ gibi şeyler söylüyorlardı. Onların saçma sapan ders sohbetine katılmak gibi bir amacım yoktu zaten, çantamı omzuma alıp hızlı adımlarla kapıya yürüdüm. Birden kendimi kötü hissettim. Sanki ondan nefret ediyormuşum gibi sinirli sinirli yürümenin onun yüzüne bakmadan bu sınıftan çıkmanın bana bir yararı olmayacaktı. Omzumun üstünden bakıp ‘Sihirli günler, profesör.’ dedim, mümkün olduğunca en sevimli sesimle. Ardından sanki ağzımdan böyle bir laf çıkmamış gibi sınıfın sınırları içerisinden çıkıp kendimi bahçeye attım.
Renklendirme: 5 Yazım Kuralı: 7 Anlatım: 2 Ödev Puanı: 4
Toplam: 14+4= 18